Selin Gürel’den Özel Kritik: Sarışın Bomba

4102_d008_01314_rv4_crop-h_2017

Erkek aksiyon kahramanlarının sürüklediği filmlerin adı asla “Esmer Yakışıklı” ya da “Roket Delikanlı” olmaz, doğrudur. Kahramanın, işinde hızlı ve usta olduğu hissini uyandıran kısa, sivri köşeli ve tercihen J ile başlayan erkeksi adı (John Wick, The -Jason- Bourne Identity, Jack Reacher, James Bond) ya da becerisi (The Transporter, Shooter) ne güne duruyor? Diğer yandan kadın aksiyon kahramanı yaratıyorsanız ve -uyarladığınız grafik roman serisinin adı “The Coldest City” bile olsa- filminize “Atomic Blonde” (Sarışın Bomba) gibi fosforlu bir isim seçtiyseniz, kahramanınızın, bir erkeğin gözünden olması şartıyla, “kadın” olduğunu sıklıkla hatırlatacaksınız demektir. Burada anahtar kelimeler “bir erkeğin gözünden”. Misal, James Bond filmlerinde de kahramanımızın bir “erkek” olduğunu unutmamıza asla izin verilmez, ama Bond’un bir kadınla sevişme şeklinden tutun da dövüşme şekline kadar vücut dili tamamıyla maço heteroseksüellik çizgisindedir. Yerinde olmak istenen erkek kahramanla sahip olunmak istenen kadın kahraman farklı yollara sapar, ama sonuçta aynı “erkeğin gözü”ne çıkar.

Peki erkek gözünden kadın nasıl olunur? Detaylandıralım. “Sarışın Bomba” Lorraine Broughton, erkek aksiyon kahramanının geçmediği yollardan geçeceği yolculuğuna ilk olarak buz dolu küvette başlıyor; acı içinde, öfkeli ve üzgün hali, bir an için savunmasız gibi görünen çıplaklığıyla süsleniyor. Lorraine’in kadın olduğu, üstelik Charlize Theron gibi benzersiz bir kadın olduğu mesajını iyice ezberledikten sonra, sivri topuklara geçiş yapıyoruz. Lorraine, hiç yerinde durmayacağı bütün o hareketli günler boyunca, sivri topuklu ayakkabıları, botları veya çizmeleriyle tozu dumana katıyor, hatta uzanabileceği bir silah bulamayınca kan kırmızısı ayakkabısının sivri topuklarından birini öldürücü bir silah olarak bile kullanıyor. Bu hayli feminen darbeyi de atlattıktan sonra, fragmana da çok yakışacak bir “hemcinsiyle sevişme sahnesi”, belki bir buz dolu küvet daha, bir yandan da sevgilisini kaybetmiş bir kadının hüznü derken, süratle bir erkek fantezisi ürünü olmaya doğru ilerliyor. Belli ki film, teknik bir analizin orta yerinde, Charlize Theron’ın ne kadar da güzel olduğuna değinmeden geçemeyen o yazıları yazdırmadan rahat etmeyecek. Neyse ki, “Atomic Blonde”da bundan fazlası var.

36051581281_e80fe72fce_z

İlk solo yönetmenlik denemesinde eski dublör David Leitch’in aksiyon becerilerini sonuna kadar kullanacağı tahmin ediliyordu, ama bunun altından ayakları yere basan bir film çıkacağını ummak belki biraz iyimserlik olacaktı. Özellikle de sadece aksiyon halindeyken tahammül edilebilen robotik kahraman John Wick’ten sonra. Ancak “Atomic Blonde”, aksiyonu iki John Wick filmini de buruşturup atacak bir gerçekçilikle kavramakla kalmıyor, kahramanını 1989’un Berlin’i gibi, fokur fokur kaynayan bir gerçek dönem ve mekana yollamaya da zahmet ediyor. Film boyunca, yakın dövüş konusunda kimse Lorraine Broughton’ın eline su dökemiyor, ama bu bir masal değil. Lorraine dövüşürken yoruluyor, savruluyor, sürükleniyor, yara alıyor, haykırıyor. Hissiz ve tepkisiz aksiyon kahramanlarının çağında, dans eder gibi değil, gerçekten canı çıkarcasına dövüşüyormuş gibi görünen biriyle karşılaşmak ferahlatıcı. Leitch’in gerçekçi olmak için harcadığı çaba, özellikle, kesmesiz gibi görünmesi için küçük kurgu numaralarına başvurulmuş harika bir yedi dakika boyunca en üst seviyeye çıkıyor. Hem bu organik aksiyon dili hem de geçmişi mesken tutan ortalama bir ajan filminin altında kalmayan dönem temsiliyle, “Atomic Blonde”un önceliği aksiyonsever seyircinin seyir zevkini hep diri tutmak. Leitch ve teknik ekibin özenli işçiliği, niyet edildiği gibi, birkaç devam filmi daha kaldırır doğrusu.

“Atomic Blonde”a fazla hafif gelen tek bir şey var, o da kendi başına o kadar ağır bir eksiklik ki, filmi aşağıya çekmekte zorlanmıyor: Senaryo. Daha önce “300” serisini kaleme almış Kurt Johnstad’ın çok derin, dolambaçlı ve gizemli gibi görünmeye çalışırken yolda kalan senaryosu, hem hikayesi hem de hikaye kurgusuyla sık sık tökezliyor. Dev bir flashback olarak planlanan film, ara sıra dönülen sorgu sahnelerinin merak yaratma, sürprizlere olta atma veya en basitinden kafa karıştırma potansiyelini bile kullanmıyor, Lorraine’i sıradan bir anlatıcıya indirgiyor. Vasat altı senaryonun bu kadar göze batmasının sebebi, filmin yukarıda sayılan meziyetleri elbet. Bu dengesizlik alt edildiği sürece, gelecek “Atomic Blonde” filmlerinin yolu açık.

3-out-of-5-stars

 

Selin Gürel’den Özel Kritik: Sarışın Bomba” üzerine bir yorum

Yorum bırakın